Geçen gün birine mitolojinin gerçeğin üzerine nasıl perde çektiğini anlatıyordum. Bana bir soru sordu:
"Gerçek olan ne?"
Gerçek olan Allahtı. Ama bunu söyleseydim alacağım cevabı biliyordum, "Neden?" Ve zaten asla vereceğim cevap karşısında tatmin olmayacak, entelektüel adı altında tartışıp net kanıtlar isteyecekti...
Ona onun ağzından benzetme ve orneklerle kendi gerçeğini anlatmak istedim:
Arenada açtık gözümüzü... Sanki cehennem gibiydi! İzleyicinin keskin çığlıkları! Yüzlerini seçemiyorduk, tüm bu şeylere yabancıydık. Karmakarışık bir düş gibi. Hep bir ağızdan aynı şey çıkıyor, ancak aynı anda konuştuklarından anlaşılmıyordu. Üzerinde bulunduğumuz sağlam zemin yükseldi. Artık kalabalığın sesi daha az işitiliyordu. Rakibimiz hala hareketsizdi, 2. ve 3. raundda olduğu gibi. Ve zemin bir kat daha yükseldi. Artık huzursuz bir sessizlik kaplamıştı dört bir yanımızı. Ne yapmalıydık? Heybeti ve gizemi içinde ilk hamleyi yapmakan kaçınan rakibimize karşı ne yapmamız gerekiyordu? Rakip... Evet, yapmamız gerekeni biliyorduk, herşey bu anlamı taşıyordu; o ölmeliydi! Artık destek alabileceğimiz, bize yapmamız gerekeni söyleyecek seyirci yoktu. Karar verme vakti gelmişti. Ne yapacağımızı biliyor olmamız garipti, çünkü üzerinde düşünmemiştik bile. Sanki daha önceden kulağımıza fısıldanmıştı o, amacımız. Orada, hemen kemerimize ilişirilmiş bir şey farkediyoruz. Ardından onu sıkıca kavrıyoruz. Korku dolu birkaç adım... Ve artık onun birkaç santim ötesindeyiz. Kılıcımızı havada hiddetle savuruyoruz ve rakibimizin başını gövdesinden ayırıyoruz. Düşündüğümüzden daha kolay olması garip geliyor. Çünkü vicdan sanki birden yerini taşa bırakmıştı.
Bir dakika sonra holografik bir desen beliriyor havada. Ardından anlam kazanıyor yazılanları okuduğumuzda:
2. Aşama: Sen & Hırs
Artık amacımıza aşinaydık. Yeni rakibimizi zaman kaybetmeksizin katlettik, ama biz onu öldürdükçe yeniden ve daha güçlü olarak diriliyordu. O hırstı... Ve o aşamayı asla geçemedik. Kaybettik!
"2 aşama da başarısızlıkla tamamlandı."
Halbuki biz 1. aşamayı geçtiğimizi sanıyorduk. Arıntılara baktığımızda şaşkına dönmemeiz için neden olamazdı. 1. rakip mantıktı!
Fikir ve Kararlarımız Ne Kadar Bize Ait?
Biz gözlerimiz arenada açtığımızda bulunduğumuz yere ve amacımıza dair en ufak bir fikrimiz bile yoktu. Oysa birileri bir şeyler söylüyordu. "Aynı şeyi söylemelerine karşın düzensizlikten dolayı sözleri kulağımıza boş bir gürültü gibi ulaşıyordu"
Söyledikleri tam olarak şuydu: "Öldür onu!"
Bulunduğumuz yerle ilgili en ufak bir fikrimiz olmadığından, beynimiz bura ile ilgili duyduğu ilk şeyi avını yakalayan bir aslan gibi kapacaktı. Her ne kadar anlamadığımıı zannetsek de, içimizde bir yer buna hak ettiği anlamı vermişti.
Mantığı öldürdüğümüz gerçeğine gelince, bu hiçbir zaman mantıklı gelmedi. Çünkü herkes mutluydu, sanki yapmamız gerekeni yapıyormuşuz gibiydi herşey. Oysa sadece seyircinin istediği şeyi yapıyorduk. Ve asıl acı olan ve asla kabullenmedikleri şey şuydu: Onlar da ne yapmamız gerektiği konusunda fikir sahib değillerdi. Yapmamız gerekeni değil, yapmamızı istedikleri şeyi yapmamız gerektiğine hükmetmişlerdi. Ve biz de boyun eğdik.
Fikirlerimiz gerçekten bize mi ait? Yoksa çevremizde olup bitenlere mi?
Örneğin şık bir elbiseyi yahut takımelbiseyi neden şık buluyoruz? Şık buluyor muyuz? Yoksa arzularımızı yönlendiren birden fazla fısıltıya mı kulak asıyoruz, farkında olmaksızın. Domino taşına benzer arzular. Sırayla dizilmiş taşlar...
Doğduğumuzda yalnız ailemize sahipken, sahip olduklarımız daha fazlasını arzuluyordu. Çalışıyorlardı, çünkü bazı taşlara ya da üzerinde yazılar olan kağıt parçalarına sahip olmaları gerekiyordu. Ama yerine oturmayan bir parça vardı. Belki de yanlış parça ile oyalanıyorlardı. Kazanma hırsı bir köpeğin kendi kuyruğunu yakalamaya çalışması gibiydi. Asla yakalayamadıkları bir şey vardı: Daha iyisi!
Bu sonsuzluk yolunda maratona çıkmak gibiydi. Ömür biter yol bitmezdi. Ayrıca, hep bizden daha iyiler olacağından, yaptığımız ömrümüz pahasına peşinden koştuğumuz değişkenlere adamaktı kendimizi.
Resim
X diyor ki: "Değerli olan nedir?"
Değer sabit kaldığı takdirde yol bir amaca, yani sonuca bağlıdır. Herkesin kazanabileceği bir yarış mı, yoksa asla daha iyi olamayacağınızı fark etmeksizin katıldığınız bir yarış mı?
Herkesin katılacağı bir yarışta daha iyi diye bir şey olamaz. Zaten dahaya iyisini isteyenler kuyruğunu kovalayan köpek benzetmesini sonuna kadar hak ediyorlar.
Ama asıl mesele, daha iyi olan ne? Ve bunu kim belirliyor?
Kar tanelerini düşünün, bir küçük tanenin diğeri ile birleşmesi ve her bir tanenin nereye gittiğini bilmediği çığa katılması... Kocaman çığlar, küçücük kar tanelerinden oluşur. Bireylerin topluma etkisidir bu. Ama hangi çığın parçası olduğumuza dikkat etmeliyiz öyle değl mi?
Not: Vakit buldukça devamini yazacagim. O zaman daha anlasilir olacak.
(2015)
"Gerçek olan ne?"
Gerçek olan Allahtı. Ama bunu söyleseydim alacağım cevabı biliyordum, "Neden?" Ve zaten asla vereceğim cevap karşısında tatmin olmayacak, entelektüel adı altında tartışıp net kanıtlar isteyecekti...
Ona onun ağzından benzetme ve orneklerle kendi gerçeğini anlatmak istedim:
Arenada açtık gözümüzü... Sanki cehennem gibiydi! İzleyicinin keskin çığlıkları! Yüzlerini seçemiyorduk, tüm bu şeylere yabancıydık. Karmakarışık bir düş gibi. Hep bir ağızdan aynı şey çıkıyor, ancak aynı anda konuştuklarından anlaşılmıyordu. Üzerinde bulunduğumuz sağlam zemin yükseldi. Artık kalabalığın sesi daha az işitiliyordu. Rakibimiz hala hareketsizdi, 2. ve 3. raundda olduğu gibi. Ve zemin bir kat daha yükseldi. Artık huzursuz bir sessizlik kaplamıştı dört bir yanımızı. Ne yapmalıydık? Heybeti ve gizemi içinde ilk hamleyi yapmakan kaçınan rakibimize karşı ne yapmamız gerekiyordu? Rakip... Evet, yapmamız gerekeni biliyorduk, herşey bu anlamı taşıyordu; o ölmeliydi! Artık destek alabileceğimiz, bize yapmamız gerekeni söyleyecek seyirci yoktu. Karar verme vakti gelmişti. Ne yapacağımızı biliyor olmamız garipti, çünkü üzerinde düşünmemiştik bile. Sanki daha önceden kulağımıza fısıldanmıştı o, amacımız. Orada, hemen kemerimize ilişirilmiş bir şey farkediyoruz. Ardından onu sıkıca kavrıyoruz. Korku dolu birkaç adım... Ve artık onun birkaç santim ötesindeyiz. Kılıcımızı havada hiddetle savuruyoruz ve rakibimizin başını gövdesinden ayırıyoruz. Düşündüğümüzden daha kolay olması garip geliyor. Çünkü vicdan sanki birden yerini taşa bırakmıştı.
Bir dakika sonra holografik bir desen beliriyor havada. Ardından anlam kazanıyor yazılanları okuduğumuzda:
2. Aşama: Sen & Hırs
Artık amacımıza aşinaydık. Yeni rakibimizi zaman kaybetmeksizin katlettik, ama biz onu öldürdükçe yeniden ve daha güçlü olarak diriliyordu. O hırstı... Ve o aşamayı asla geçemedik. Kaybettik!
"2 aşama da başarısızlıkla tamamlandı."
Halbuki biz 1. aşamayı geçtiğimizi sanıyorduk. Arıntılara baktığımızda şaşkına dönmemeiz için neden olamazdı. 1. rakip mantıktı!
Fikir ve Kararlarımız Ne Kadar Bize Ait?
Biz gözlerimiz arenada açtığımızda bulunduğumuz yere ve amacımıza dair en ufak bir fikrimiz bile yoktu. Oysa birileri bir şeyler söylüyordu. "Aynı şeyi söylemelerine karşın düzensizlikten dolayı sözleri kulağımıza boş bir gürültü gibi ulaşıyordu"
Söyledikleri tam olarak şuydu: "Öldür onu!"
Bulunduğumuz yerle ilgili en ufak bir fikrimiz olmadığından, beynimiz bura ile ilgili duyduğu ilk şeyi avını yakalayan bir aslan gibi kapacaktı. Her ne kadar anlamadığımıı zannetsek de, içimizde bir yer buna hak ettiği anlamı vermişti.
Mantığı öldürdüğümüz gerçeğine gelince, bu hiçbir zaman mantıklı gelmedi. Çünkü herkes mutluydu, sanki yapmamız gerekeni yapıyormuşuz gibiydi herşey. Oysa sadece seyircinin istediği şeyi yapıyorduk. Ve asıl acı olan ve asla kabullenmedikleri şey şuydu: Onlar da ne yapmamız gerektiği konusunda fikir sahib değillerdi. Yapmamız gerekeni değil, yapmamızı istedikleri şeyi yapmamız gerektiğine hükmetmişlerdi. Ve biz de boyun eğdik.
Fikirlerimiz gerçekten bize mi ait? Yoksa çevremizde olup bitenlere mi?
Örneğin şık bir elbiseyi yahut takımelbiseyi neden şık buluyoruz? Şık buluyor muyuz? Yoksa arzularımızı yönlendiren birden fazla fısıltıya mı kulak asıyoruz, farkında olmaksızın. Domino taşına benzer arzular. Sırayla dizilmiş taşlar...
Doğduğumuzda yalnız ailemize sahipken, sahip olduklarımız daha fazlasını arzuluyordu. Çalışıyorlardı, çünkü bazı taşlara ya da üzerinde yazılar olan kağıt parçalarına sahip olmaları gerekiyordu. Ama yerine oturmayan bir parça vardı. Belki de yanlış parça ile oyalanıyorlardı. Kazanma hırsı bir köpeğin kendi kuyruğunu yakalamaya çalışması gibiydi. Asla yakalayamadıkları bir şey vardı: Daha iyisi!
Bu sonsuzluk yolunda maratona çıkmak gibiydi. Ömür biter yol bitmezdi. Ayrıca, hep bizden daha iyiler olacağından, yaptığımız ömrümüz pahasına peşinden koştuğumuz değişkenlere adamaktı kendimizi.
Resim
X diyor ki: "Değerli olan nedir?"
Değer sabit kaldığı takdirde yol bir amaca, yani sonuca bağlıdır. Herkesin kazanabileceği bir yarış mı, yoksa asla daha iyi olamayacağınızı fark etmeksizin katıldığınız bir yarış mı?
Herkesin katılacağı bir yarışta daha iyi diye bir şey olamaz. Zaten dahaya iyisini isteyenler kuyruğunu kovalayan köpek benzetmesini sonuna kadar hak ediyorlar.
Ama asıl mesele, daha iyi olan ne? Ve bunu kim belirliyor?
Kar tanelerini düşünün, bir küçük tanenin diğeri ile birleşmesi ve her bir tanenin nereye gittiğini bilmediği çığa katılması... Kocaman çığlar, küçücük kar tanelerinden oluşur. Bireylerin topluma etkisidir bu. Ama hangi çığın parçası olduğumuza dikkat etmeliyiz öyle değl mi?
Not: Vakit buldukça devamini yazacagim. O zaman daha anlasilir olacak.
(2015)